Banco Ambrosiano ile ilgili skandalların birbirini izlediği günlerde Londra'da bir intihar Hristiyan dünyasını dehşete düşürdü.
Bankanın Genel Müdürü Robert Calvi, 18 Haziran 1982 tarihinde Blackfrias köprüsünde kendini asarak intihar etmişti.
Banco Ambrosiano, Vatikan gelirlerini önce faizle güçlendirmek ardından da borsada işleyerek çoğaltmayı amaçlayan bir yapıydı ama günün sonunda 1 milyar dolarlık açık ortaya çıkmıştı.
Tüm bu şayialar basının ilgisini fazlasıyla meşgul ederken bu intihar, süreci açıklanamaz bir boyuta taşımıştı.
Beklenmeyen intihar ve açıklanamayan kayıp paralar Vatikan'ı bir hayli müşkül duruma düşürdü.
Krizin tam ortasında Opus Dei isimli, Vatikan tarafından ciddi eleştiriler yöneltilen tarikat devreye girdi.
Opus Dei Tarikatı, kayıp paraları karşıladı ve Banco Ambrosiano hakkında Vatikan'ı zorda bırakacak herhangi bir soruşturma açılmasını engelledi.
Tarikatın hem ekonomik hem de politik gücü şaşırtıcı boyutlardaydı ve bu durum Vatikan'ın da ilgisini çekti.
The Godfather'ın sahnelerini aratmayan bu gelişmeden bir süre sonra varlığı ve hizmetleri hep tartışma konusu olan bu tarikatının kurucusu Josemaría Escrivá de Balaguer aziz ilan edilecekti.
İddiaya göre, 1975 tarihinde hayatını kaybeden Josemaría Escrivá de Balaguer, ileri derece tümör hastası bir kişinin dualarına cevap vererek onu iyileştirmişti. Bu gerekçeyle Azizlik unvanı Vatikan tarafından tevdi edildi.
Escrivá'nın 2002 yılında aziz ilan edilişini yaklaşık 350 bin kişi Vatikan'da canlı izledi.
Bu paye Opus Dei'ye yönelik meşruiyet eleştirilerini bıçak gibi kesti. Dünyanın dört bir yanında öğrenci evleri, yurtlar, liseler, üniversiteler ve hastaneler kuran Opus Dei güçlenerek büyüdü.
Kullandıkları yöntem, güçlü isimlerle kurdukları ilişkiler ve yapılanma biçimi ile uzun yıllar 'Hizmet' hareketi olarak bilinen FETÖ'nün ilham kaynağı olan bu yapıyı anlamak için biraz daha gerilere uzanmak gerekiyor.
Diktatör Franco ile güçlendiler
Josemaría Escrivá de Balaguer, 1928 yılının çalkantılı İspanya yıllarında henüz 26 yaşındayken Tanrı'dan kendisine gelen ilahi mesajla Opus Dei Tarikatını kurdu ve "The Way" isimli eserini neşretmeye başladı. Bu kitap tarikatın İncil'den sonra en önemli rehberi olarak kabul edildi.
Josemaría Escrivá de Balaguer, Madrid'de bulunduğu yıllarda teoloji dışında bir alan olan hukuk öğrenimi alarak sıra dışı bir karar verdi.
Escrivá'nın bu kararı tarikat üyelerinin din dışı alanlarda uzmanlaşmaları konusunda ilham verici olacaktı.
1930'lu yıllar İspanya'da Cumhuriyetçilerle Faşistlerin arasındaki gerilimlerin doruk noktasına ulaştığı bir zamana denk gelmişti. Bu sebeple tarikat yayılamadığı gibi Escrivá da öldürülmemek için Deliler Hastanesine kapanmıştı.
1932 senesinde Cizvitlerin faaliyetlerine son verilip dindarların baskı altına alınması görünürde Opus Dei'nin aleyhine bir durumdu ancak Escrivá ve sonraları diktatör olacak olan General Franco'nun İç Savaş yıllarında yollarının kesişmesi tarikatın kaderini değiştirecekti.
Franco'ya manevi danışmanlık yapan Escrivá, bunun mükâfatını özellikle savaştan sonra fazlasıyla görecekti.
Öyle ki savaştan sonra Franco, her hükümetinde Opus Dei Tarikatı üyelerini çok kritik bakanlıklara getirdi.
Escrivá ise tarikatının İspanya ile sınırlı kalmasını istemiyordu, bu sebeple eski İspanyol sömürgesi Güney Amerika ülkelerinde süratle yapılandı.
Bu coğrafyalarda çeşitli eğitim kurumları açan Escrivá, Roma ile de yakınlaşmanın yollarını aradı.
Kendisini seküler eğilimli bir tarikat olarak tanımlayan Opus Dei mensupları başta hukuk ve bankacılık olmak üzere bazı önemli branşları tarikatlarının geleceği açısından son derece önemli görüyordu.
Güçlü olmak istedikleri bir diğer alan ticaretti. Bu sebeple diğer Hristiyan tarikatların aksine kendilerini sınırlamıyorlardı. Bara gidiyorlar, faizli işler yapmaktan çekinmiyorlar ve gerektiğinde yalan söyleyip riyakâr davranmayı meşru buluyorlardı.
Diğer tarikatların aksine akademik camia ve entelektüel dünyada yer edinmeyi önemli bir misyon haline getiren müritler, son derece eğitimli ve güzel giyimleriyle öne çıkıyordu.
Ayrıca rapor edilmiş bir tek taciz veya tecavüz vakaları bulunmaması sebebiyle sıradan insanlar tarafından son derece olumlu karşılanıyorlardı.
Papa II. Jean Paul zamanında Vatikan'ın daha profesyonel ve kurumsal olması yönündeki girişimleri sırasında Opus Dei Tarikatı büyük yararlılıklar gösterdi.
Yetişmiş hukukçuları dünyanın dört bir yanındaki kilise davalarını toparlarken yine bankacılık sektöründe yetişmiş "müritler" Vatikan'ın ekonomik durumuna yapısal çözümler getirdiler.
Siyasette yapılanmaya da büyük önem veren tarikatın merkez üssü İspanya olsa da özellikle Güney Amerika'da da son derece önemli pozisyonlar elde etmeyi başardılar.
Escrivá, bir röportajında tarikatının yayılma serüvenini şu sözlerle anlatacaktı;
İş (Opus Dei) çok küçük olarak doğdu, öyle ki ancak genç bir rahibin Tanrı'nın kendinden ne istediğini hayal etmesi idi. 1935 yılının ilk aylarında Fransa'da çalışmaya hazırdık ama İç Savaş ve sonrasında İkinci Dünya Savaşı meydana gelince İş'in büyümesini ertelemek zorunda kaldık.
Büyümenin öneminin yanında erteleme çok da önemli değildi. 1940 yılında Portekiz'de çalışmalar başladı. Kısa ziyaretlerde bulunulması ve düşmanlıkların sona ermesinden sonra İngiltere, İtalya, Fransa, Birleşik Devletler ve Meksika'da çalışmalar yapıldı.
Bundan sonra genişlemenin ve büyümenin ritmi arttı. 1940'tan 1950'ye kadar Almanya, İrlanda, Hollanda, İsviçre, Arjantin, Kanada, Venezuela ve diğer Avrupa-Güney Amerika ülkelerinde çalışmalara başlandı. Eşzamanlı olarak Kuzey Afrika, Japonya, Kenya ve diğer Doğu Afrika Ülkeleri, Avustralya, Filipinler ve Nijerya'da da çalışmalar yürütüldü.
Önemli kurumlara sızmayı ve prestijli makamlarda bulunmayı tarikatının temel misyonlarından birisi olarak kabul eden Escrivá, bu düşüncesin 'The Way' isimli kitabında açıkça şu şekilde dile getirmektedir;
Bir sır, açık bir sır: Bu dünya krizleri kutsallık krizleridir. Tanrı, her insan işinde kendi başına bir avuç adam istiyor.
Ailenin yerini tarikat alıyor
Seküler hayat biçiminden taviz verilmemesi Opus Dei Tarikatının en önemli kurallarından birisini oluşturuyordu.
Bu yüzden erkeklerden oluşan öğrenci evlerinde temizlik ve yemek işleri ile ilgilenmesi için mutlaka bir kadının bulunmasını zorunlu tutuluyordu.
Evin içerisinde kendi odası ve sınırları bulunan kadın, dışarıya çıktığında mutlaka müritlerin gözetiminde tutulurdu.
Tarikatın önemli bir diğer kuralı ise tam üye statüsündeki genç bir müridin ailesi ile ilişkisinin kesilmesidir.
Üniversiteye hazırlık süreci ya da sonrasında öğrenci evinde kalan kişinin ailesi ile çok görüştürülmemesi önemli bir kural olarak karşımıza çıkıyor.
Buradaki temel amaç, bireyin tarikatı ailesi olarak görmesi ve benimsemesidir. Bu sayede birey tarikata aile bağı ile bağlanmış olacak ve ileride yaşanabilecek sorunların önüne geçilmiş olacaktır.
Seküler yapısına rağmen tarikatın son derece ilginç ritüelleri de bulunmaktadır. Bacağına dikenli tel geçirmek, kırbaç vurmak ve hava ne kadar soğuk olursa olsun soğuk suyla duş almak gibi.
Uzun yıllar "hizmet hareketi" olarak bildiğimiz FETÖ'nün bu yapı ile benzer noktaları son derece şaşırtıcıdır. Bir dini yapı iddiasına rağmen hukuk, bankacılık ve öğretmenlik gibi meslekleri aşırı kutsama bunların başında geliyor.
Ayrıca eğitim kurumları vasıtasıyla politik güç edinmek de FETÖ'nün temel stratejileri arasında geliyor. Bunların yanında ülke dışındaki eğitim kurumları fakir çocuklar yerine nüfuzlu ailelerin çocukları ile kurulan yakın ilişki; iki yapı arasındaki benzerliği gözler önüne sermektedir.
Dönemin Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, FETÖ'nün bu stratejini şu sözlerle anlatacaktı;
Bu coğrafyada bu okullarda okuyan çocuklarda ben 3 sorun görüyorum.
Birincisi, aile bağları yok oluyor. Yapıya bağlılık aile bağlarının önüne geçiyor.
İkincisi, millet bağları yok oluyor hiç birinin Kazakistan'ın geleceğiyle ilgili bir mevkuresi yok.
Ve üçüncüsü, en önemlisi; ümmet bağı yok, yapıya bağlılık ümmete olan bağlılığın önüne geçmiş vaziyette.
İkinci vereceğim örnek ise geçenlerde Burkina Faso liderleri benim odama geldi. Yapıyı onlara sordum. Onlar bana bu yapı hakkında şunları söyledi:
(FETÖ'cüler için) Birincisi, hiç fakir sevmediler, bir tek fakir çocuk okutmadılar. Sadece güç devşirebilecek zengin çocuklarını ve yöneticilerin çocuklarını okuttular.
İkincisi, hep hristiyanları bize tercih ettiler. Üçüncüsü hiç bir İslam nişanesini görmedik. Bir okulda mescit açtıklarına şahit olmadık.
Son olarak "rakibi" olarak gösterilebilecek diğer cemaat ve tarikatların aksine daha modern bir kisvede görünmeleri de bir diğer ortak paydadır.
Opus Dei'nin FETÖ'den ayrılan yanı bu tarikatın yalnızca nüfuz elde etmeye çalışmasıdır. Oysa FETÖ; askeri kurumlar, istihbarat ve stratejik kurumlara da sızmayı başararak Opus Dei'den farklılaşmıştır.
FETÖ ile Opus Dei yöntemsel açıdan son derece büyük benzerlikler göstermektedir. Özellikle FETÖ'cülerin bu tarikattan son derece etkilendiği ortadadır.